Oblomov
Kitabın ilk 200 sayfasında
ilerlemekte çok zorlandığımı itiraf etmeliyim. Çünkü sayfalar boyunca olayın
geçtiği tek mekân Oblomov’un yatağı. Oblomov’un bir türlü harekete geçemeyişi,
o yataktan çıkamayışı o kadar sinir bozucu hissettiriyor ki sayfaları büyük bir
gerginlikle çevirdiğimi hatırlıyorum. Benim karakterim uyuşukluğa ve tembelliğe
karşı inanılmaz tahammülsüz. Ama kitabı okuyan pek çok kişi bu duyguyu
hissetmiş. Neyse yavaştan konuya gireyim ben. Oblomov bahsettiğim gibi
çocukluğundan itibaren tek derdi yemek, içmek ve yatmak olan bir evde büyümüş. Hiçbir
işini kendi yapmayan çoraplarını bile hizmetçilerin çıkardığı bu ev ahalisi
içinde Oblomov da yavaş yavaş içindeki canlılığı, hareket gücünü kaybetmiş. Kendisi
hayatının bir döneminde arkadaşı Ştoltz ile bu talihsiz geçmişine karşı durmuş,
hayaller kurmuş, hatta bir devlet dairesinde memur olmuşsa da her şey aslına
rücu eder derler. Kitabın ilk sayfalarında Oblomov memurluktan istifa etmiş ve
kadim yardımcısı Zahar ile beraber Petersburg’un kenar mahallelerinden birinde neredeyse
hiç evden çıkmaksızın hayatını sürdürüyordu. Evden hiç çıkmadığı bu dönemde
yanına gelen arkadaşlarıyla ilgili yaptığı kişilik analizleri açıkçası benim en
ilgimi çeken nokta oldu. Mesela Alekseyev denen bir adamın karakterinden şu
cümlelerle bahsediyor:’’ Annesi dışında, onun dünyaya gelişini neredeyse kimse
fark etmemiştir. Üstelik doğduktan sonra dünyada sürdürdüğü varlığını da ömrü
boyunca çok daha az insan fark eder. Ne düşmanı ne arkadaşı vardır fakat
tanıdığı çoktur. Herkesi sevdikleri için iyi yürekli oldukları söylenir fakat
özünde bu insanlar kimseyi sevmez. İyi yürekli olmamaları aslında kötü
olmamalarından kaynaklanır.’’ Bu tanıma insanın etrafında sokabileceği en az
biri vardır diye düşünüyorum. Oblomov bu karakter için her ne kadar olumsuz
şeyler söylüyormuş gibi dursa da kendini onun yanında çok rahat hissettiğini de
itiraf eder. Kendisi konuşmak istemediğinde, pineklemek istediğinde Alekseyev
odada değilmiş gibi davranabilir. Çünkü o da bu gizli sessizlik anlaşmasında
ona eşlik eder. Ama kendini ifade etmek fikir yürütmek istediğinde de her
şeyiyle onu dinlemeye hazır bir muhatap olabilir Alekseyev.
Kitaba devam edelim. Oblomov’un
arkadaşı Ştoltz Oblomov’un üzerinde en çok etkisi olan kişi diyebiliriz. Onun
güçlü karakteri ve samimi niyeti Oblomov’u anlık da olsa harekete geçirmeyi
başarabiliyor. Ştoltzun karakterini anlattığı kısmın neredeyse tamamının altını
çizdim çünkü sanki bana beni tanımlıyormuş gibi hissettirdi. Ya da belki şöyle
demeliyim idealize ettiğim beni… Şu cümlelere bakın muazzam. Okurken bile
ferahlıyor insan. ‘’Vaktini, emeğini, ruhunun ve yüreğinin gücünü boşa
harcamazdı.’’ ‘’El hareketlerini, adımlarını nasıl kontrol ediyorsa ya da
kasvetli ve açık havalara nasıl yaklaşıyorsa, üzüntüleriyle ve mutluluklarıyla
da aynı şekilde baş ederdi.’’ Yani bir üzüntüyle baş etmek onun için elini
kontrol etmek kadar sıradan. Bu hayata sonsuzca bir anlam yüklemediğini
gösteriyor. ‘’Her keyfin dibinde kalan o son damla acılığı hiçbir zaman
içmezdi.’’ Yani sınırları vardı. Durması gereken yeri biliyordu. ‘’Vazgeçmediği
tek hedefi hayata karşı basit, sade ve gerçekçi bakmaktı.’’ İşte tam olarak
benim hedefim. ’’Hayallerinin peşinden nasıl zarafetle gidiyorsa kalbinin
sesini de benzer bir dikkatle dinlerdi. Burada genelde tökezlediğinden gönül
ilişkileri alanının kendisi için hala keşfedilmemiş topraklar olduğunu itiraf
etmek zorundaydı.’’ Burada gönül işleri için kullandığı bu tabir çok hoşuma
gitti. Belki bu alan benim için de hala keşfedilmemiş topraklar olduğu içindir.
‘’Uçurumdan gözü kapalı bodoslama atlayan ya da duvara kafa atan insanların
cesaretini kuşanmayı da başaramamıştı. Uçurumu ya da duvarın boyutlarını ölçer,
bu engelleri aşmak için elinde doğru aletler yoksa kimin ne dediğine
bakmaksızın çekip giderdi.’’ 😊 Yani bilmiyorum daha iyi bir cümle var mı
beni tarif eden. Ve son olarak Ştoltz’a göre ‘insanın doğal görevi yılın dört
mevsimi yaşamaktır. Yani ani sıçramalar yapmadan yılın dört mevsiminde, yani
dört yaşta yaşamak, yaşam suyuyla dolu kabını bir damlasını bile heba etmeden son
gününe kadar taşıyabilmek. Yumuşak ve içten içe yanan bir ateş, kontrolsüz bir
yangından yeğdir, o yangın her ne kadar içinde şairane alevler barındırsa da.’’
İşte böyle bir karakter olan Ştoltz bir
gün arkadaşı Oblomov’u ruhunun canlılığıyla onu diriltsin diye Olga’nın evine
götürür ve işte olaylar birden yön değiştirmeye başlar. Sayfalar boyunca
Oblomov ve Olga’nın aşkını, aşkın o harekete geçirici gücünü, Oblomov’un
uyuşukluktan kurtuluşunu soluksuz okudum. Ancak bu çok uzun sürmedi. Çünkü
Oblomov’un bir şeyleri yine ertelemeye başlamasıyla Olga bu işin
yürüyemeyeceğini anladı ve evet aşk da bitti. Oblomov yeniden içinden hiç
çıkmayacağı bir eve yerleşti. Üstelik bu evde tıpkı ona çocukluğundaki gibi hizmet
eden güzel, uysal bir ev sahibesi de vardı. Ve Oblomov bu kadınla evlenerek sonsuz
bir tembellik döngüsünün içine yeniden girdi.
Benim en keyifli okuduğum yerler ise Olga ve
Ştoltz’un öyle savruk bir tutkuyla değil de kalbî bir akılla birbirlerini
sevdikleri dönemler ve en nihayetinde de muhteşem evlilikleri oldu. Yani böyle
bir evlilik benim için ideal evlilik olabilir. Öyleyse cümlelerimi onların evliliğini
tarif eden ve benim de evliliği hayalimde aslında hiç farkında olmaksızın böyle
canlandırdığım şu ifadelerle bitiriyorum:’’ Dışarıdan bakıldığında onlar da
başkalarının yaptığı gibi yapıyordu. Tam şafak sökerken olmasa da erken
kalkıyorlar, çay eşliğinde uzun uzun masada oturmayı seviyorlar, hatta bazen
sanki üşenmiş gibi konuşmuyorlar, sonra kendi köşelerine çekiliyor ya da
birlikte çalışıyorlar, öğle yemeği yiyorlar, tarlalara gidiyorlar, müzikle
haşır neşir oluyorlardı. Herkes gibi. Oblomov’un da hayal ettiği gibi. Ancak
günlerini uyuşukluk, kaygı, can sıkıntısı ve miskinlik olmadan geçirirlerdi. Ne
bakışları ne sözleri soluktu, aralarındaki muhabbet bitmezdi, sık sık hararetli
bir biçimde sohbet ederlerdi. Odalarda, bahçeye kadar varan seslerinin tınıları
yayılırdı. Bazen de karşı karşıya geçip sanki hayallerinin desenlerini çizermiş
gibi dile getirince anlaşılmaz olacak o ilk hareketi, şekillenmekte olan
fikirlerin filizlenişini, ruhun zor duyulan fısıltılarını sessizce birbirlerine
aktarırlardı. Sessizlikleri ise dalgın bir mutluluk ya da birbirlerine
verdikleri sonu gelmeyen malzemenin üzerinde ayrı ayrı yaptıkları fikri bir
çalışma şeklindeydi. Doğanın son derece parıltılı yeni güzelliği karşısında
suskun bir şaşkınlığa gömülürlerdi sık sık. Yerin, göğün ve denizin güzelliğine
alışamamıştı hassas ruhları. Her şey duygularını harekete geçiriyordu. Böyle
anlarda konuşmadan yan yana oturuyor, aynı gözlerle ve aynı ruhla bu yaratıcı
pırıltıyı seyrediyor ve birbirlerini tek kelime etmeden anlıyorlardı. Sabahı
kayıtsız karşılamıyorlardı, Ilık, yıldızlı güney gecelerinin alacakaranlığına alık
bir şekilde kapılmıyorlardı. Fikirlerin bitmeyen hareketi, ruhun bitmeyen
heyecanı, iki kişilik düşünme, hissetme ve konuşma ihtiyacı sayesinde uyanık
kalıyorlardı.’’
Yani sanırım bir evliliği yaşatmanın, nefes
alıp veren o canlı halini korumanın yegâne yolu birbirine karşı olan o nazik ve
ilgili dikkati emekle, sabırla ve özenle korumaktan geçiyor.
Yorumlar
Yorum Gönder